Müsaadenizle derhal izah etmeliyim ki, ifade olunan bütün takdirler, benim şahsımdan ziyade, beni de başında bulundurduğunuz kahraman Türk ordularının yüksek kumanda ve subaylar heyetlerine ve fedakar askerlerine, en nihayet bütün bu kahramanların anası, babası, velinimeti olan büyük Türk milletine aittir.
Ben de bu şanlı orduların bir ferdi, büyük Türk milletinin bir evladı olmakla ve onun hizmetine mevcudiyetimi hasretmiş bulunmakla iftihar etmekteyim ve mesudum.
Bursa'nın kurtuluşunun ikinci yılında Bursa halkına nutuk
Düşünen bir Türk'ün böyle bir duayı okumaktan elde edeceği faydayı veya alacağı herhangi bir dini ilhamı gözünüzde canlandırın.
Atatürk, ABD'nin Ankara büyükelçisi Charles Sherril'le görüşmesi sırasında Kuran'ı niye Türkçeye tercüme ettirdiğini açıklarken Tebbet suresini okur ve sonra görseldeki sözleri söyler.
Sherril, ABD Dışişleri Bakanı'na yazdığı çok gizli ibareli raporda "Onun Kuran'ın Türkçe okunmasını o kadar tazyik etmesinin sebebinin Kuran'ı Türkler arasında geniş ölçüde itibardan düşürmek olduğu neticesine o derece vardım" diye açıklar.
Kazım Karabekir de anılarında Atatürk'ün "Kuran'ı Türkçeye tercüme edeceğim ta ki Türkler, Araplar'ın saçmalıklarına inanıp budalalık etmeye devam etmesinler" dediğini ifade eder.
Sherill raporda "Kendisinin bir agnostik olduğuna dair genelde kabul görmüş kanaati tamamen reddediyor, ancak dininin sadece kainatın mucidi ve hakimi tek Tanrı'nın varlığına inanmaktan öteye gitmediğini söylüyor" diye de belirtiyor.
Tebbet Suresi: Ebu Leheb'in elleri kurusun. Zaten kurudu. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. O, bir alevli ateşe girecektir. Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sınında odun taşıyarak karısı da ateşe girecektir.
Büyük Amerikan milletine:
Siz zulüm ve istibdadı kendi vatanınızdan uzaklaştırdınız. Siz uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra kendi hürriyet ve bağımsızlığınızı elde ederek, halk hakimiyetine dayalı demokratik bir devlet ve kuvvetli bir medeniyet tesis ettiniz.
Bugün yerkürenin diğer tarafında bir millet var ki, o da aynı hürriyet, aynı bağımsızlık ve aynı demokrasi uğrunda mücadele ediyor, kan döküyor.
Hürriyet ve bağımsızlık uğrunda harp eden ve tıpkı sizler gibi dünyada ilerleme ve adalet etkeni olmak için samimi bir surette mücadelede bulunan Türk halkına kalbinizi açık bulundurunuz.
Atatürk'ün Amerikan "The New York Herald" gazetesi muhabirine verdiği demeçten.
Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde muazzam bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonsuz sınır içindeki insan kütleleri hiçbir vakit asli unsurun lehine bir mevcudiyet değillerdi; belki aleyhine.
Bu küçük unsur geniş bir sahaya dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları muhafazaya mecburdu. Yani bekçilik ediyordu.
Herhangi bir maddeyi gayet geniş bir sahada dağıttığımız zaman o madde yoğunluktan, kuvvetten mahrum olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, mevcudiyetiyle orantılı ebatta bir tabii muhite koyarsanız elbette daha yoğun ve kuvvetli olur.
Atatürk'ün Bursa Şark Sineması'nda halka yaptığı konuşmadan
Arazi müsait olmadığından hayvanları bırakarak yaya olarak Conkbayırı'na vardık. Bu sırada Conkbayırı'nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden Conkbayırı'na doğru 27. Alaydan sahilin gözetlenmesi ve kollanması göreviyle oralarda bulunan bir müfrezenin erlerinin Conkbayırı'na doğru kaçmakta olduklarını gördüm.
Bizzat bu erlerin önüne çıkarak "Niçin kaçıyorsunuz?" dedim.
"Efendim düşman!" dediler.
"Nerede?" dedim.
"İşte!" diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Hakikaten düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklamış ve tam bir serbestlikle ileri doğru yürüyordu. O zaman bu kaçan erlere bağırarak "Düşmandan kaçılmaz" dedim.
"Cephanemiz kalmadı" dediler.
"Cephaneniz yoksa süngünüz var" dedim. Ve bağırarak süngü taktırdım ve yere yatırdım.
